@guncemenot
haşlanmış buğdayı bırak bir kenara, seni mi ilgilendiriyor içindeki tuz? aa olmazsa olmaz; aslında, olursa da olur yinede sana ne! a, a, aaaaaaaa amaan! aşçı alışmış işte... alışmalı mı, alışmamalı mı? dünyayı mı değiştirecek sanki pişirdiği yemek? ha?

bırakmaz ki, kendi yaptıklarını yesinler ve kendilerine dua etsinler. o bilir kıvamını, eski kulağı kesiklerdendir, aşın tadını tuzunu, azını çoğunu... belki varını yoğunu.

hay çenesi çekilesice! tut dilini atlama sazan yahut seke seke yürüyen keklik misali, hatta bu halinle kefal ve lüfer bile olabilirsin ya da yan yürüyen yengeç. gelişi sezilmemiş bir gümbürtü indirebilir, yere serebilir ihtimal odur ki yerle yeksân edebilir. "ay canım benim gümbürtüye gitti ..." neyse laf uzar alışıldığı üzere.

karıştırma yemeği, illa keşkek olacak değil ya; bakarsın ayran çorbası olur, bakarsın yayla çorbası, bakarsın buğday aşı, öyle saf saf haşlanmış olarak da kalabilir. kendi tercihi...

aşçı çık mutfaktan, buğdayı da rahat bırak! kalsın ocağın üstünde. sana diyorum aşçı huuuu! duymuyor musun beni? çık mutfaktan!

rahat bırak buğdayı! haşlanırken dinledin ya fokurtusunu, yeterde artar bile sana. tadı da tuzu da seni ilgilendirmez; buğdayın ne olacağı sorunsalı senin derdin mi? yiyen düşünsün ya da kendi tercihi.

sana diyorum huuu!

rahat bırak buğdayı...
Etiketler: | | edit post
@guncemenot
Sırça köşkün açık tek penceresi,
Uzak kıyılar ülkesinde, bir dilenci
Tek tek çalsa bütün kapıları,
Tek tek baksa her yüze.
Tek tek gezse yüzün yer coğrafyasını.
Dilenci dolansa döne döne dünyayı; dönen dünyayı!
Döne, döne dünya; dönse dünya; döndükçe dursa dünya…

Keman, açık pencere kuşunun saçları
Uzak kıyılar ülkesinde, bir kemancı
Notaları çalıp, bütün melodileri toplasa,
Toplasa, saçlarına hapsetse
Tırnaklarıyla tellerini kopartıp kemanın
Saçlarına taksa açık pencere kuşunun,
Kuş şakısa, kemancı dinlese…

Uzak kıyılar ülkesinde bir dilenci,
Uzak kıyılar ülkesinde bir kemancı,
Her yüzde dilenen dilenci, toplasa bütün manaları,
Kemancı çalıp toplasa bütün melodileri,
İkisi bir aşk eder mi?

Dilenci ve kemancı…
Uzak kıyılar ülkesi,
Sırça köşkün açık tek penceresi.

Etiketler: | | edit post
@guncemenot
Kesik kesik öksürüşlerin senin
serin öpücükler konduruyor gözlerime
değişmesi gibi bir çocuğun
oyuncağını üç beş şekere
değişiyorum seni ey hayat dilsiz kedere,

yemin şart olsun ki ortalık yerde
bırakmıyorum artık kirli çoraplarımı
duş alıyorum inan günde iki kere
traş oluyor ve parfüm sürüyorum habire
bana inanmazsan sor bitkin jilete,

ciddi adam diyorlar bana, atatürk gibi adam
odacım çayımı getiriyor her sabah ürke ürke
mikrofon gibi tutuyorum hep ahizeyi
konuşunca heykel gibi konuşuyorum söylev gibi
gözüm gibi bakıyorum vatana millete,

ellenmemiş yerlerin var sanırdım oysa
sancılanırdım kirpiğinin ucu görünse
adını sanmak koydum senin ey hayat
kanmıyorum artık şivekar sözlerine.

(Yusuf Özkan Özburun)
Etiketler: | | edit post
@guncemenot
Çift şeritli nehrin bütün dalgaları aynı; aynı sorgulayan gözlerle bakıyorlar. Soru işaretleri cümlelerimi kemiriyor. Cevap vermeye mecbur olmadığımı biliyorlar. Kolaydır hazır iklimleri kuşanıp gitmek. Kalmayı bilmiyorlar ve onları izlediğimin farkına varmadılar.

Güvercin kanadında umut uçururlar kaçmasın diye ağaç dallarına sıkıca bağlarlar, yetinmezler kuyu diplerinde bozuk paralara emanet edip harcarlar
*******
Otobüs hastane polikliniğinin önünden geçerken Zeynep’in telefonu çaldı. Çantasına elini attı ve telefonu bulup açtı. Karşısındaki ses ona, nerede olduğunu sordu. Zeynep:
- Polikliniğin önünden geçiyoruz şimdi sen neredesin?
- Maltepe tarafındayım birazdan gelirim, sen, beni Nikâh dairesi var ya onun karşısında bekle olur mu?
- Ne kadar sürer gelmen?
- Olabildiğince çabuk gelmeye çalışırım tamam mı?
- Tamam, seni beklerim fazla gecikme.
- Olur, geliyorum ben de.

Gözleri karşısında sıralanan tabelalarda bir iki saniye konaklarken, arada bir otobüs durdukça gözlerinin konaklamaları bu zaman diliminin süresine sadık kalıyordu. Karşısında oturan kadın, okudukça kitabın sayfalarını deviriyordu. Kadının yanında oturan adam biraz telaşlıydı, elinde tenis raketleri ve gazete vardı. Zeynep'in sağ tarafında oturan küçük kızın ise yüzü solgundu, onun gibi camdan dışarı bakıyordu.

Zeynep çantasını, kitaplarını ve defterini sıkıca tutmuştu. Daldı… Bir şeyler düşünüyor muydu, yoksa sadece bir göz gezdiriş miydi? Bakışları ağaç dallarından sarktı, dükkân tabelalarının üzerinden sıyrılıp geçti, yol üstündeki durak isimlerinin harflerini çaldı. Hava bulutluydu ve zihninin gezintisine güneş eşlik etmiyordu.
Yanında oturan küçük kızı, arkasında oturan adam aniden kucakladı. Orta kapının önüne getirdi, babası olmalıydı. Çocuk iki büklüm yüzü kıpkırmızı birazda mahcup bir halde istifra ediyordu.

Başını sağına çevirip baktı Zeynep, adam şaşkın şaşkın etrafına bakıp, kızını tutmaya çalışırken otobüs sarsılarak yola devam ediyordu. Karşısında oturan kadın çantasından bir poşet çıkartı, ayakta duran yolculardan birine uzatıp çocuğun babasına vermesini söyledi, sonra eline ıslak mendil paketini alıp adamın yanıma gitti. Mendilleri uzatıp kızın yüzünü iyice silmesini söyledi. Babası kızının yüzünü, ellerini ve üzerini sildi. Zeynep ise hiçbir şey olmamış gibi onları izliyordu. Karşısında oturan adam elindeki gazeteyi yırttı, tenis raketlerini kolunun altına sıkıştıp, çocuğun kustuğu yeri sildi. Kâğıtları poşetin içine atıp yerine oturdu. Otobüsün içindeki diğer yolcular kendisi gibi olayı izliyorlardı.

Zeynep uykudan uyanmıştı sanki ineceği durağa gelmişti, oturduğu yerden kalktı orta kapının düğmesine bastı. Otobüs durunca indi. Nikâh dairesi geride kalmıştı yürümeye başladı. Bir iki damla yağmur atıştırıyordu. Siyah yağmurluğunun etekleri rüzgârda savrulup bacaklarına dolanırken, otobüsteki gibi tepkisiz ve dalgındı. Yürüdü. Sözleştikleri yere geldi. Kaç asır geçmişti aradan dönüp arkasına baktı iki yüz metre anca vardı yürüdüğü yol. Tepesine toplanıp gökyüzünü kapatan bulutlar yerleri ıslatmaya niyetliydi. Zeynep’se pek kulak asmıyordu bu duruma. Ağacın altına geçti nasıl olsa fazla ıslanmazdı. Yanında eski bir börekçi tezgâhı vardı. Camları kırık, tekerleklerinin havası inmişti. Boyasının dökülen yerleri pas tutmuştu. Niye inceliyordu ki? Altı üstü eski bir börekçi arabasıydı. Başka şeyler düşünmeliydi.

Nikâh dairesi karşısında beklemek hoşuna gitmedi. Defterin kenarına iliştirdiği kalemi eline aldı, etrafına bakındı. Arabalar önünden hızla geçiyordu. Yazmaya başladı kalem kâğıdın üzerinde geziniyor, gezindikçe bir şeyler karalıyordu. Kâğıt rengini kaybederken kalem tükeniyordu. Zeynep Nikâh dairesine sırtını dönmüş yolu unutmuştu. Ardı ardına çalan korna sesiyle irkildi geriye dönüp baktı. “Yine mi yaaa!” diye geçirdi içinden. Süklüm püklüm arabaya bindi. Yazacağı girizgâh yine yarım kalmıştı.

(nemanema)
Etiketler: | | edit post
@guncemenot
Çocukluk edip büyüdük kardeşim
biz büyüdük bodur akasyalara rağmen
dudağın kıvrımında patlayan gülüşlerden
elimde kaldı horozlu şekerlerim,

o cadde senin bu sokak benim
yürümekle aşındı bakir hayallerim
bir gözyaşı kavanozundan süzülen
yalamakla biter mi dünya, denedim,

denedim ve çapaklandı gözeneklerim
nereye döndümse vurdumsa nereye
mumun etrafında eriyip biten pervaneye
döndüm, yüzüme döküldü çeperlerim,

pantolon cebine sığışan adamların gözleri
nasıl bakarsa sana baktım tekmil çığlıklarla
ekmeğini yedim senin içtim suyunu ey dünya
dargın değilim yine de ne yalan söyleyeyim.



(Yusuf Özkan Özburun)
Etiketler: | | edit post
@guncemenot
Suskunluğumu acemiliğime bağışla
bir yaşama ustası değilim daha
ne cinnetten döndü yüzüm ne cennetten
bekliyorum kovulduğum kapıların ardında.

Ucuz ölümler sermedim kanıma
soldurmadım süzgün suda balkıyan güneşi
tedirginim, ıslanıyor varlığımdan akasyalar
yürüsem, çoğalıyor dalında yasak meyvalar
dursam, çoğalıyor.

Sürüyor dört mevsime ihanetim
kutsal and’a, kutsal kitaba
sürüyor yüreğimi varsıl kılan yeminim
sensiz tenha kalan hayata.

Sussun sussun ruhumda aforizmalar
zırhsızım, kılıcım yok sözlerini karşılamaya
yırttım, okutmuyor yüzünü sahte mushaflar.

Bir son ağaç yalnızlığı bu, iyi bil
uçurumun son çiçekleri açsın şimdi bağrında
ama unutma, sakın unutma
gülün rahlesinde diz kırmadım daha
tohumun tekkesinde zikretmedim
kekemeliğimi acemiliğime bağışla.

(Yusuf Özkan Özburun)
Etiketler: | | edit post
@guncemenot
Ben sana aşık olmuşum bahar. Yaşıyorsun kanımda, etimde, çığlıklarımda. Sen dışarıda bir yerde açmıyorsun, yeşillenmiyorsun orada. Kök salıyorsun ruhumun kıvrımlarında. Dalların uzuyor bak kalbimin köşelerinde, çiçek açıyorsun tenimde…

Ben sana aşık olmuşum bahar. Dolu dizgin geldin ve girdin koynuma, aldın beni benden savurdun hiçliğin kıyılarına. Yele verdin benliğimi bir lüle saç gibi. Ben, yani bu pejmürde fani, oturmuş bekliyordum yolun kıyısında, yolun tozuna bulanmış saçlarımla gelene geçene, özellikle geçene bakıyordum mükedder gözlerle. Sen yolun başında göründün, ayağında halhallar, gözlerinde meneviş, renklerle bezenmiş, geldin oturdun yanıma…

Ben hayatın kıyısında bir yerde kendi ellerimle yapacağım kulübeyi hayal ediyordum. O kulübede bir başıma yitik ve dingin yıldızlı gecelerin seyrini düşlüyordum. Oysa sen geldin ve oturdun yanıma. Kokunu kokuma kattın, gözlerimin ta içine baktın, ellerini geçirdin yüreğimin halkasına, ayağının dibine azadsız köle yaptın.

Ben sana aşık olmuşum bahar. Oysa ben anlamazdım böyle hallerden, sen beni nice hallere giriftar ettin. Ottan yastığına başını yaslayıp, kendi içinin tenhalarında gezinen, şehirden, makine homurtularından, kadınların o manalı bakışlarından, banknotun ve onursuz sirenlerin dünyasından kaçıp, inzivanın gölgesinde dinlenen adamların kalın kitaplarını okuyan bir şair yürektim ben. Geldin ve kanıma girdin bahar. Bana sonsuzluğu vaat ettin. Yüzümü tekrar varlığa çevirdin, gönlümü erguvanlarına, eflatunlarına meftun ettin.

Evden süpürülüp atılan tozdum ben sabahları, atılan ve tekrar dönen çaresiz bir toz. Sen bana bir kainat olduğumu söyledin. Kulağıma eğildin ve İsa’dan ödünç aldığını nefesinle tüm hücrelerime işleyen fısıltılar mırıldandın. Göz yaşlarının sıcaklığından başka sıcaklık bilmeyen, mezarından başka yurdu olmayan, ölümden başka bir yari olmayan, elifbasını bir tek horozlu şekere satmış bir çocuktum ben. Sen geldin ve tenime dokundun, büyük tutkular sundun bana.

Fakat neden, söyle neden, geldiğin anda gidiyorsun, açtığın anda soluyorsun, gülümserken hıçkırıklara boğuluyorsun, neden? Bunca işgal etmişken ülkemi, dirilişe durdurmuşken ruhumun sefil bedenini, gidiyorsun. Acelen ne, nereye gidiyorsun? Benden özge aşık mı var sana, benden sadık köle mi bulacaksın gittiğin yerde?

Senin için yazdan, güzden, kıştan geçmişim. Kıymışım akışıma, kıyılarıma, köpüklü sularıma. Şimdi, senin sabahlarının birinde, yolun kenarındaki betonların arasında açan bir çiçeğin yanağındaki şebnem olmaya razıyım. Senin güneşinde bir parlayıp bir kaybolan kirli deredeki kabarcık olmaya razıyım. Senin çimenlerinin kenarına ilişip uyuyan bir kedinin mırmırları olmaya razıyım. Yazın yalazlarında kavrulmaya razıyım, kışın üryan olup dağa taşa vurmaya razıyım, güzde dökülüp toprağa karışan bir umarsız yaprak olmaya razıyım. Olmamaya razıyım.

Ben sana aşık olmuşum bahar. Sen beni benden ötelere taşırdın, bana sonsuzluğu hatırlattın, göğün üstündeki bahçelerden haber ilettin, bana yaşamın ötesinde yaşamayı, hayatın özüne yürümeyi öğrettin. Ne çare ki geldiğin anda gitmeye başlıyorsun, geride dizleri kan içinde, gözleri uzak diyarlar kadar ıssız bu aşığını bırakıp gidiyorsun. Onu yazın kavurucu ateşlerine atıp gidiyorsun ama kuzgun ateşlerin tam ortasında gülümseyen İbrahim’i bilmiyor musun? Ağzındaki suyla yardıma giden karıncanın meselini bilmiyor musun?

Ben sana aşık olmuşum bahar, aşkımı bir metropol kelebeğinin kanatlarına yazmışım bahar…

(Yusuf Özkan Özburun)
Etiketler: | | edit post